Konstantinopolis, Osmanlılar tarafından ele geçirildikten sonra Dersaadet ve İstanbul gibi adlarla anılması uygun görülmüştü.
Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda İstanbul’un merkez ilçesi statüsünde bulunan yarımadada, 2009 yılına değin, Fatih ve Eminönü olmak üzere iki ilçe bulunuyordu. 2009 yılında Eminönü Belediyesi kaldırılarak Fatih İlçesi’nin bir mahallesi konumuna getirildi.
Dersaadet olarak da adlandırılan İstanbul, 19.yüzyılın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir.
Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu anakentin kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.
Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil, bunun yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir.
Bu dörtlü yapı aynı zamanda İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir.
Anakent İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz ve güneyde Marmara ile sınırlanır. Tek kara bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ile sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.
Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği asıl İstanbul’dur.
395 yılında kurulan Doğu Roma İmparatorluğu Bizans’ın 1 000 yıl süre ile başkentliğini yapan İstanbul’un Hipodrom olarak düzenlenen Sultanahmet Meydanı da Suriçi kavramını destekler.
1453 yılındaki Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiştir. Böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20. yüzyıl başlarına dek aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olarak varlığını sürdürmüştür.
Osmanlı Padişahları 19. yüzyıl ortalarına kadar Suriçi’nde, 600 yüz yıl süre ile Topkapı Sarayı’nda oturmuşlardır. Bazı tarihçilere göre, Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir. Bu nedenle, Suriçi biraz da Topkapı Sarayı’dır.
Topkapı Sarayı, kara tarafında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Sur-u Sultani, deniz tarafında ise Bizans surlarıyla şehirden ayrılmıştır. 19. yüzyıl ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıâli Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman üzerinde taşımıştır.
Osmanlı döneminde, Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne, Batılı Hıristiyanlar pek sokulamamıştır. Suriçi halkı hep imparatorluğun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur.
Balat’ın Yahudileri de buna dâhildir. İstanbul ya da Dersaadet’in, fethedildiği dönemde nüfusu 50 bine düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi, Osmanlı’nın gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16. yüzyılda da nüfusu 500 bini aşmıştır.
Padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheserlerle süslemişlerdir. Kente İslami özelliğini veren tipik camili siluetini oluşturmak için birbirleriyle yarışmışlardır.
Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymaniye Medresesi’nde yer alan Meşihat de Suriçi’nin dini bir merkez olma özelliğini tamamlar.
Suriçi dışında kalan ve halkın yaşadığı semt ya da mahallelere gelince; dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap evler tipik mahalle görüntülerini oluşturur.
Dar sokaklar çevresine sıkışık olarak yapılanmış bu cumbalı evlerin en büyük düşmanı sık sık çıkan yangınlardı. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle “Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler, yüzyıllarca hep ciddi bir tehlikeyi de yaşaya gelmişlerdir.
Yangın Suriçi’nin sıkça karşılaştığı bir felakettir. Çıkan yangınlar hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından, koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle birçok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği Cibali’den başlar, rüzgârın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde, ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi.
Yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı: Tulumbacılar…
Su fışkırttıkları tulumbalarını sırtlarında taşıyarak koşar adım yangın yerine gelen tulumbacılar, Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştur. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır.
Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise de kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı.
Bu kabadayı sürülerini bazen meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür.
Suriçi aynı zamanda canlı bir ticari merkezidir. Ticaretin merkezi Suriçi’nin çeşitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır.
Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiş; çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır.
Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu unvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi.
Anıt eserleri, sarayı, Babı âlisi, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalı Çarşısı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlı’yla büyüdü, önem kazandı. Osmanlı çökmeye yüz tutunca, Suriçi de önemini kaybetti.
Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekân olarak geçmişe tanıklık ediyor.