İstanbul Boğazı deyince, ilk akla Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren inci gerdanlıkları köprülerinin yanı sıra sırtlarını korulara, ayaklarını denize uzatmış, bahçeleri adeta cenneti andıran yalılarıdır.
Farklı dönemleri ve farklı mimari anlayışları temsil eden yaklaşık 600 yalıdan günümüze kadar aslını koruyabilen 150 kalmış durumda. Denize uzanan cumbalardan balık tutulur, odanın halısı kaldırılıp, yerdeki ahşap kapak açılınca, denize girilir, sandallarıyla kapınıza kadar gelen satıcılardan alışveriş yapılırdı.
Boğaziçi’nin bu cennet köşelerinde yer alan yalılar hem Avrupa hem de Anadolu yakasında tur vapurlarından bakanlara göz ziyafeti çeken Boğaziçi Yalıları, Osmanlı Hanedanı için en gözde mekânlardan biriydi.
Bu yazı dizisinde; Kuleli Askeri Lisesi ile salacak arasındaki Vaniköy, Çengelköy, Beylerbeyi, Boğaziçi Köprüsü, Kuzguncuk ve Üsküdar kıyılarını ve yalılarını görmek ve anlamaya çalışmak istedim.
Bu yazı dizimize, Kuleli Askeri Lisesinin hemen yanında yer alan Çengelköy Kuleli Kaymak Mustafa Paşa Camii ile başlıyoruz. Cami, Sultan III. Ahmet döneminde 1720 yılında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın damadı Kaptan-ı Deryalık yapmış olan Nişancı Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Ahşap çatılı yapıya, ahşap son cemaat yeri ve hünkar mahfili 1837 yılında Sultan II. Mahmut tarafından ekletilmiştir.
Kuleli Askeri Lisesi önüne geldiğimde ilk dikkatimi çeken Kuleli Camii, sonra da Kuleli Yakamoz Restaurant oldu. Katıldığım Boğaziçi turlarında, Kuleli ‘den geçerken bu iki yapı hep dikkatimi çekmiştir. Yakamoz, bahçesinde asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu ayrıcalıklı bir mekân olarak biliniyor.
Tur vapurundan, Vaniköy ile Beylerbeyi arasında yer alan Çengelköy İskelesi ve Koyu görülüyor. Çengelköy, yüksek gelirli İstanbulluların oturdukları bir semt olarak biliniyor.1960′ lı yıllara kadar, nüfusunun büyük bir bölümünün Rum kökenli olduğu bilinmektedir.
Semt sakinleri sahili, tarihi çınarı, iskelesi ve televizyon dizileriyle, Çerkezköy’ü ‘Boğaziçi’nin saklı cenneti’ olarak tanımlıyor. Gerçekten de Rumeli yakasında bulunan Hisarüstü’ ndeki Duatepe Parkından bakıldığında cennet gibi bir görüntü karşınıza çıkar.
Geçmişte diğer pek çok Boğaziçi semtinde olduğu gibi Çengelköy’de de sebze ve meyve yetiştirilirdi. Şimdi pek rastlayamadığımız eski yıllardaki kiraz ve ayvası da lezzetliymiş. Ancak, İstanbul’da Çengelköy denince ilk akla gelen salatalıktır. Çengelköy bademi olarak bilinir ve oldukça pahalı satılmaktadır. Çengelköy bademi olarak bilinen salatalıkları, adından da anlaşıldığı gibi ince, küçük ve oldukça lezzetlidir. Organik ve gerçek salata tadında olup, kütürdeterek yenirler.
Anadolu yakasında ilerlemekte olan vapurumuzdan, kıyılardaki yalıları hayranlıkla izliyorum. Bir taraftan da fotoğraflarını çekiyorum. Romanlara konu olabileceği söylenen renkli ve esrarengiz bir yalı, Sadullah Paşa yalısı, fotoğraf karelerimde yerini alıyor. Sadullah Paşa Yalısının, Boğazın en eski ve içi dışı en güzel, klasik ahşap yalılardan biri olduğunu öğreniyoruz. Geleneksel Osmanlı yalı mimarisinde yapılmış. Fotoğrafta, sol başta, kırmızı kiremit renginde olan yalı, Sadullah Paşa Yalısıdır.
Semtte bugün artık pek kullanılmayan Aya Yorgi adında bir Rum kilisesi bulunuyormuş. Abdullah Ağa Yalısı ve Sadullah Paşa Yalısı Çengelköy’deki en pahalı yalılar olarak biliniyor. Çengelköy ismi hakkında değişik söylenceler var.
Bunlardan birisi, İstanbul’un fethi hazırlıkları sırasında Fatih’in Çengelköy sahillerine geldiği ve gördüğü Bizans’tan kalma gemi çengelleri (çıpalar) nedeniyle buralara önceleri “Gemi Çengeli” şeklinde isim verildiği, daha sonraları sadece “Çengelköy” olarak anılmaya başlandığı şeklindedir. Çengelköy, İstanbul Asya yakasının en popüler ve en pahalı semtlerinden biridir.
Şimdi de Asya yakasının en önemli mekânlarından birine, Beylerbeyi’ne ve Beylerbeyi Sarayına ulaşmış bulunuyoruz. Beylerbeyi, tarihi Bizans dönemine kadar uzanan ender Boğaziçi semtlerinden biri olarak biliniyor. Anadolu yakasında, Kuzguncuk ile Çengelköy arasında yer alan semt, tarihi boyunca Boğaziçi’nin en eski ve en fazla rağbet gören yerlerinden biri olmuş.
Boğaziçi Köprüsü’nün ayakları altında kaldığı için fazla dikkat çekmeyen bu semt, gözden kaçırılmaması gereken doğal ve tarihi bir değere sahiptir. Kimilerine göre; karşı kıyıda, köprü ayağındaki Ortaköy ile yarışmaktadır. Beylerbeyi Sarayının mimarları Sarkis Balyan ve Hagop Balyan olup, İstanbul’daki ünlü bir Ermeni ailenin üyesidirler. İmparatorluk binalarının tasarım ve inşaatlarını üstlendiği bilinmektedir.
Osmanlı döneminde, padişahların ”Has Bahçelerinden biri olarak kullanılan bu yer, 16. yüzyılda, Beylerbeyi Mehmet Paşanın yaptırmış olduğu köşkten sonra, Beylerbeyi adını almıştır. 1829 yılında, Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı ahşap Sahil sarayı, Sultan Abdülaziz tarafından 1861 yılında yıktırılarak, Mimar Sarkis Balyan tarafından tasarlanarak, yeniden yapılmıştır.
Sarayının yapımının 4 yıl sürdüğü ve inşaatında 5 000 işçinin çalıştığı söylenmektedir. Genellikle yaz aylarında, yabancı devlet başkanlarının ağırlanmasında kullanılıyor. Boğaziçi’ne paralel olarak yerleştirilen sarayın uzunluğu 65 metredir. Üç yönden basamaklarla çıkılan sarayda, 6 salon ve 24 oda bulunmaktadır. 1984 yılında müze olarak ziyaretlere açılmıştır.
Vapurla Boğaziçi Köprüsünün altından geçerek Kuzguncuk kıyılarına geliyoruz. Kuzguncuk İstanbul’u Anadolu yakasında Üsküdar ilçesinde yer alan bir semttir. Boğaziçi’nin Anadolu kıyısında, Üsküdar; Paşa limanı ile Beylerbeyi arasındaki yerleşme Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda oluşmuş, Boğaziçi’ne açılan bir vadi içinde gelişmiştir. İstanbul’un Asya kesimindeki ilk Musevi yerleşim bölgesi Kuzguncuk’tur.
Musevilerin buraya geliş tarihleri bilinmemekle birlikte, 17. yüzyıl kaynaklarında Kuzguncuk’un bir Musevi köyü olarak anıldığı görülmektedir. Kuzguncuk’un Avrupa Musevileri tarafından “Kutsal topraklara varmadan önceki son durak” olarak kabul edildiği ve herhangi bir nedenle vaat edilmiş topraklara gidemeyenlerin hiç değilse Kuzguncuk’a yerleşip orada ölmeyi ve gömülmeyi vasiyet ettikleri bilinir. Bu nedenle de, yerleşmede geniş bir Musevi mezarlığı olduğu 17. yüzyıldan itibaren sık sık vurgulanır.
Halk arasında “Kuzguncuk Korusu “olarak da bilinen Fethi Ahmet Paşa Korusu, yoğun bir ağaç topluluğuna sahip olup, Anadolu yakasının siluetine, tabiattaki hemen hemen tüm renklerin karışımından oluşan rengârenk bir tablo eklemektedir. İçerisinde yüzlerce tür bitki ve ağaç türü barındıran Fethi Paşa Korusu güzel İstanbul’umuzun Botanik Bahçesi gibidir.
Koruda en çok görülen ağaç türleri kermes meşesi, defne, akçakesme, sakız ağacı, erguvan ve gümüş ıhlamur olup normalde bir maki türü olan ve boyu ortalama 4–5 metre ye ulaşan kermes meşesi, bu koruda 15–16 metreye ulaşır. Korunun üst kısımlarında sırt ve düzlüklerde sıralar halinde dikilmiş kızılçamlar, fıstık çamları ve sedirler ve arka giriş kapısının önündeki düzlük alanda yer alan sakız ağacı büyük çap ve boylara ulaşmış anıtsal nitelikte bir ağaçtır. Koruda ayrıca atkestanesi, saplı meşe, akdut, Trabzon hurması, yalancı akasya, dişbudak, yeşil kartopu, Japon kadife çamı bulunmaktadır.
Ve nihayet, şarkılara konu olan Üsküdar ve Üsküdar İskelesi bütün görkemiyle karşımızda duruyor. Doğusunda Ümraniye, güneyinde Kadıköy, kuzeyinde Beykoz ve kuzey batısında İstanbul boğazı yer almaktadır. Dillere destan şarkısı;
Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur,
Kâtibimin setiresi uzun eteği çamur
Kâtip uykudan uyanmış gözleri mahmur.
Kâtip benim ben kâtibim el ne karışır?
Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır
Üsküdar’a gider iken bir mendil buldum,
Mendilin içerisine lokum doldurdum.
Kâtibimi arar iken yanımda buldum
Sözcüklerini mırıldanarak, Eminönü’ne doğru yolculuğumuzu sürdürdük. Üsküdar hep meşhur `Üsküdar`a gider iken …` şarkısı ile anılır. Bu şarkı İstanbul sınırlarını çoktan aşmış bütün Türkiye`ye hatta Türk müziğinin bilindiği her yere yayılmıştır. Şarkıyı herkes zevkle dinler ve terennüm eder. Ben de, becerebildiğim kadar, şarkıyı alçak sesle söylemeye başladım. Gerçi, rüzgarın sesinden benimki pek anlaşılmıyordu ama, yine de söylemeye devam ettim ve neşelendim, büyük keyif aldım.
Salacak balıkçı barınağı
Eskiden Salacak vapur iskelesinin bulunduğu mekân, balıkçı barınağına dönüştürülmüş. Eski vapur iskelesinin yanlarında da Salacaklıların denize girdikleri bir plajları varmış. Hatta plajın sağında ve solunda, gençlerin denize atladıkları yüksek kayalıklar bulunurmuş.
Harem Üsküdar sahil yolunun yapımıyla birlikte, bu oluşum sona ermiş. Barınaktan Avrupa yakasına bakıldığında, muhteşem bir görüntüyle, Kız Kulesi karşımıza çıkar. Seyrine doyum olmaz. Hele bir de sahildeki kaffelerden birinde demli çayınızı da yudumluyorsanız, neşenize neşe katılır.